Sansürün görünür kıldıkları!

bakur

İstanbul Film Festivali yönetimi 2014 yılının 19 Ocak’ında twitter’dan bir duyuru yaptı. Duyuruda, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ‘eser işletme belgesi olmayan’ filmlerin festivallerde gösterilemeyeceğine dair gönderdiği yazının görseli de paylaşılıyor ve festivale katılacak filmlerin yapımcıları uyarılıyordu.

Ertesi gün, yani 20 Ocak’ta konunun muhataplarıyla görüşerek “Festivallere bakanlık tescilli dönem geri geldi” başlıklı bir haber hazırladım ve o dönem çalıştığım Radikal gazetesinde yayımlandı. Ancak bu mesele bir iki gün tartışıldıktan sonra hem festivaller hem de sektör kulağının üzerine yatmayı ve sorunu büyütmemeyi tercih etti. Yani geçen hafta açık bir şekilde hedefe konularak gösterimi engellenen ‘Bakur’un başına geleceklerin emareleri 14 ay önceden ortaya çıkmıştı zaten.

‘Bakur’a yönelik sansür ve arkasından yerli yapımların büyük bir çoğunluğunun festivalden çekilmesi üzerine pek çok şey yazıldı, çizildi. Ankara Film Festivali’nin belgesel ve kısa film yarışma bölümlerini kaldırması, ardından ulusal yarışma jürisi ve filmlerinin festivalden çekilmesi ile süreç yeni bir boyut kazanıyor. Bu gelişmeler diğer iki büyük festival Altın Koza ve Altın Portakal’ın da bu sorundan payını alacağını ve benzer durumların oralarda da yaşanacağını gösteriyor.

‘Bakur’a yönelik sansürün ve sonrasında yaşanan gelişmelerin gösterdiği çok şey var kuşkusuz. Bakanlığın ‘eser işletme belgesi’ni bir sansür silahına dönüştürebileceği açık bir şekilde ortaya çıktı hiç kuşku yok ki. Festivallerin, bu ‘hukuki’ zorlama karşısında kararlı bir duruş sergileyemeyecekleri (çeşitli gerekçelerle de olsa) de artık anlaşılmış görünüyor. Ama durumun bu hale gelmesinde sektörün payını da hatırlatmakta yarar var.

Türkiye’de ‘bağımsız’ film üreticilerinin yapım, tanıtım ve dağıtım alanlarında yaşadıkları sorunlar belli. Filmin yapım süreçleri için bakanlığının (burada bakanlığını cebinden verdiği bir destekten söz etmiyoruz, biletlerden kesilen vergilerden elde edilen gelirden sağlanan bir kaynak bu) vereceği desteğin önemi büyük. Bu destek yapımcılar için bir hareket noktası olduğu kadar, yabancı ortaklar bulmaları için de ellerini güçlendiriyor. Aynı şekilde festivaller de filmlerin tanıtımları ve seyirciyle buluşmaları açısından büyük bir olanak sunuyor. Dağıtım kısmına hiç girmiyorum bile. Çünkü bu alanda yaşanan sıkıntılar isyan noktasına gelmiş durumda.

Ancak, filmlerini yapabilmek, tanıtabilmek, dağıtabilmek için çabalayan sektörün, bu hengâme içinde sinemaya dair her şeyin asli unsurunun kendisi olduğunu unuttuğunu düşünmeden de edemiyor insan. Yapım desteğinden, eser işletme belgesine kadar uzanan süreçte bakanlıkla kurulmak zorunda olunan ilişkiler; filmlerin biricik gösterim alanlarının festivaller olduğuna dair genel kanı (tabii para ödüllerinin cazibesi de söz konusu); filmleri üretenlerin değil de bakanlığın ve festivallerin sinemanın asli unsuru olduğu gibi bir algı oluşmasına neden oldu.

Sanki bakanlıkla ilişkiler kesilirse film çekilemeyecek, sanki festivaller göstermezlerse filmler gözlerden ırak kalacakmış gibi genel bir kabul oluştu. Bu kabul, bir yandan bakanlığın (siyasal iktidarın politikalarıyla birlikte) giderek sektör üzerinde siyasal ve ekonomik baskı kurmasının yolunu açarken öte yandan da festivallerin sektör ürerinde gereğinden fazla güç sahibi olmasına vesile oldu. Altın Portakal sürecinde, koskoca bir sektör ‘bu bir sansürdür’ diye ayağa kalkmışken festival yönetimin ısrarlı karşı koyuşları ve ne yazık ki sektörün büyük bir kısmını ‘etkisiz kılmayı’ başarmaları bunun en büyük kanıtı olarak hafızalardaki canlılığını koruyor. Hatta festivallerin gücüne yönelik algı sektörün kimi unsurlarında sansüre karşı mücadelenin önderliğini festivallerin yapması gibi bir beklenti oluşturdu ki, bunun yarattığı hayal kırıklığını geçen hafta yaşadığımız süreçte gördük. Unutmamak gerekir ki, sansüre karşı mücadelenin esas unsuru sinema sektörüdür. Festivaller ancak bu mücadelenin bir parçası olabilirler.  İstanbul Film Festivali (aldığı kimi kararlara dair eleştirilerimiz saklı olmakla birlikte) geride kalan süreçte bu mücadelede sektörle birlikte hareket etme kararlığını gösterdi.

‘Bakur’a yönelik sansür, önce İstanbul ve ardından Ankara film festivallerinde sektörün ortak bir tutum almasını ve ilk aşamada “Hiçbir festivale eser işletme belgesi ibraz etmiyoruz” şeklindeki kararı ile yepyeni bir sürecin kapılarını da araladı. Bakanlıkla, daha doğrusu siyasal iradeyle, yürütülecek mücadele hiç kuşku yok ki daha uzun soluklu ve devamlılık isteyen bir süreç gerektiriyor. Ama sektör geride kalan bir hafta içinde festivallere ülkede sinemanın varlığının biricik koşulunun kendisi olduğunu göstermeyi başardı. Bu kararlığın sürmesi halinde festivallerin de –eser işletme belgesi sorunu dışında- kendilerine yeniden gözden geçirmek zorunda kalacakları ve sektörün esas aktörü oldukları yanılsamasından kurtulacakları bir sürecin başlayacağını umabiliriz!

Yorum bırakın